31 Ocak 2016 Pazar

İSTANBUL'DAN ÖTESİ


Gökova'ya her geldiğimde döneceğimi bilmek hiç hoşuma gitmiyordu. Bu bir tek bir tatilin bitmesi durumu değil: böyle bir güzellik içinde yaşamaktansa niye gökyüzünü unuttuğumuz bir mekanda olmamız gerekliliğine olan kuşkuydu... 





Büyük şehirde yaşama paradoksu

Çoğumuz küçük şehirleri ancak turistik yerler olarak görür. Peki, neden kentlerde olmak isteriz? Çünkü modern dünyada yaşamak için gerekli donanımlar "sadece" kentlerde vardır ki ilk aklıma gelen bu vazgeçilmezler: 

  • En son ne zaman gittiğimizi unuttuğumuz tiyatrolar, müzeler, konserler, çeşitli gezi rotaları. 
  • Sıklıkla gittiğimiz "farklı konsepteki cafeler, restourantlar, mekanlar, sevsek de sevmesek de en çok vakit geçirdiğimizi AVM'ler. (Bir kaç kişiden duyduğum ve garipsediğim için yazıyorum: "Starbucks'ın olmadığı bir yerde yaşayamam" diyen kişiler var artık.)
  • İş potansiyeli, "kariyer" olanakları. 
  • Çocuklarımızı "en iyi şekilde" yetiştirmek üzerine yaptığımız planın parçası olan; kursların, etkinliklerin ve okul imkanlarının çeşitliliği.
  • Belki de farkında olmasak da ülkenin odak noktasının bir parçası olmak. (Televizyon, gazete veya sosyal medyaya dışarıdan bir gözle baktığınızda İstanbul değil mi herşeyin yaşandığı yer.)


Neden başka bir yer?

Açıkçası 10 yıl önce sorsanız İstanbul gibi bir yer varken niye insanlar başka şehirde yaşarlar ki derdim. Mesela bu kentin kültür-sanat-tasarım gibi benim için önemli olan unsurların merkezi olması terk edilemeyecek bir durumdu. 

Ama bir yandan çoğumuzda bulunan kente dair şikayetlenme hali gün geçtikçe artıyordu:



  • Günün her saati olan trafik. Bu sebepten günümün ortalama 3 saatinin işe ya da eve ulaşma haliyle geçmesi. Üstelik mecburen metrobüsü tercih ettiğinde üstüste, itişme haliyle geçen hem fiziksel hem psikolojik eziyet olan saatler. 
  • Her yer bina, her yer inşaat... Yeşil alanların hayatımızın bir parçası değil ancak gidip görebileceğimiz onlara ayrılmış sınırlar dahilinde var olmaya çalışan yerler haline gelmiş olması. Gökyüzünü görmek için bile çaba gerekiyordu mesela. 
  • Mutsuz, hep bir yerlere yetişme ya da bir şeyleri yetiştirme çabasında olan insanlar topluluğu ki ben de bu topluluğun asil üyesiydim. 
  • Daha iyi bir kariyer, daha çok para için hırsların insanları dönüştürdüğü yeni insan tipi. Sahte kimlikler, sahte kibarlıklar, sahte gülümsemeler... 
  • Kendine zaman ayırmak için bile plan yapıyor olmak ve sürekli ertelenen kişisel planlar.


Başka bir yaşam mümkün mü?

Neredeyse kentte kiminle konuşsak "en iyisini yapmışsınız, büyük cesaret, nasıl karar verdiniz ardından nasıl para kazanıyorsunuz" gibi cümleler duyuyoruz.


  • Büyük cesaret mi? 

Doğduğumuz günden itibaren bize çizilmiş olan doğrular, olması gerekliler çemberi içerisinde yaşıyoruz. Hangi sınıf ya da eğitim düzeyinden geliyorsak gelelim sistemin öngördüğü eğitim sistemi içerisinde okuyup ardından çalışmaya başlıyor ve kariyer hedefleri belirliyoruz. Azınlığımız yeteneği olan, sevdiği işlerde çalışıyor. Ne iş yapıyorsak yapalım kendimizi, yaptığımız işleri beğendirme çabasına giriyoruz. Çünkü bir işi iyi yapıyor olmanın bir önemi yok. Asıl olan kimlerle nasıl bağlantı kurduğun, kendini nasıl pazarladığın... Ve başka bir insan olup çıkıyoruz. Mal, mülk edinmek istiyor; elimizde olmayan paraları harcıyoruz. Daha iyisine ulaşma çabası, ihtiyacımız olmayan şeylerin ihtiyaç olarak yansıtılmasıyla kredi borçları, kredi kartı taksitleri derken bitmek bilmeyen bir döngünün içine giriyoruz. 

Bu açıdan baktığında evet kesinlikle büyük cesaret...



  • Gitmek için piyangoyu tutturmak mı lazım?

Aslında en önemlisi borcunun olmaması. Ve gerçekçi olmak lazım tabi ki bir miktar para olmalı ama bu rakamı kent ölçeğinde düşünmemeli. Gitmek emekli olmak anlamına da gelmiyor.